uzak

Bir sabaha uyandım. Gülmek gibi lükslerin nadiren uğradığı, nadiren yüzümde belirip kaybolduğu bir sabaha. Hatırladığım bir rüya mıydı beni güldüren, yoksa yıllar önce unutulmuş bir anı mı? Anı dediğin nedir ki zaten? Zamana gömülmüş bir yanılgıdan ibaret. Ama şu var ki; bu kadar nadir gülen bir adamın gülebileceği bir anısı olmamalıydı. Ben hep, hisleri törpülenmiş, dalgasız bir su birikintisi gibi yaşadım. Böyle bilinmek hoşuma da gitmedi değil, hâlâ da gidiyor. Peki ya gerçekten öyle miyim? Bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Çünkü insan bir kez anlamaya kalkarsa kendini, cevapsız soruların ağırlığında ezilir. Sorular hep vardı; cevapsız, yönsüz, dipsiz. İçimde, duvarları nemli bir labirent gibi büyüyen karmaşanın içinde dolanıp duruyorum. Bazen öyle soyut, öyle silik hissediyorum ki... sanki hiç doğmamışım gibi. Ama sonra bir an geliyor; varlığım midemi bulandırıyor, nefesimi kesiyor. Çünkü var olmak başlı başına ağır bir yüktür. Hisler, insana bu yükü daha da ağırlaştırmaktan başka bir şey yapmaz. Ve ben, anlamaya çalıştığım her histe biraz daha eksiliyorum.

 

İnsan ilişkileri? İyi olduğum söylenemez. Söylenirse yalan olur. Zaten hiç ilgimi çekmedi. İş, okul, kalabalık... Bir şekilde hep zıttı oldum her şeyin. Ve bunun bedelini ödedim. Nefret ettiler. Ben de onlardan nefret ettim. Ne büyük bir denklem değil mi?

 

O sabah, bir pazar sabahıydı. Hayatımı büyük bir yanılgının kıyısına sürükleyecek kadar sıradan bir gün. Her şeyin farkındaydım ama farkında olmak yetmiyordu. Mecburdum. İnsan en çok mecbur olduğu şeyleri taşır sırtında. Hayat buydu işte; tanışmak, ayrılmak, her şeyi mahvetmek... Belki de en iyi bildiğim şey buydu. Her şeyi mahvetmek.

 

Uyandım. Kelimeler, kafamın içinde bir koro gibi dönüp duruyordu. Hayata fazla anlam yüklemek gibi kötü bir alışkanlığım var. Severim de bunu, acıtsa da. Çöpleri saklarım mesela, anı olsun diye. Ama senden geriye bir şey kalmadı. Olması da gerekmiyordu zaten. Konuları dağıtırım sık sık. İnsan dediğin bir bütün değil zaten, dağınıklıklarla dolu. Benim olayım da budur işte; karmaşık, anlamsız. Herkesin dediği gibi. İnsanlara gitmeden önce ayaküstü bir iltifat bırakma huyu vardır. “Ne kadar iyi birisin.” Bilen bilir, bu lafı işiten gitmeye mahkumdur.

 

Yüzümü yıkadım. Sevdiğim deri ceketi giydim. En sevdiğim gömleği de. İnsan, kendine yakışan hataları yapmalı. Ben de öyle yaparım.

 

Hatalarım şık başlar bende. Çünkü her hata bir zaaf değil, bir tarzdır. Unutmam. Saçlarını tarar, hatalarımın dudağından öperim. Ama hayat aşktan ibaret değil. Ve olmamalı. Aşk bir hastalıksa, bağlılık ölüm fermanıdır. İlk birkaç gün katlanılabilir. Sonrası? Bir yük.

 

Zor.

 

İnsan, yanındakilerin hep yanında kalacağını sanır. Bu büyük bir yanılgıdır. Güven iyidir, ama gereğinden fazla olduğunda bir hapishaneye dönüşür. Kimse sonsuza kadar kalmaz. Bu yüzden hayatınıza aldıklarınızı iyi seçin. Kimse için kimseden vazgeçmeyin. Çünkü herkes bir gün gittiğinde, geriye sadece kendiniz kalırsınız.

 

İnsanları dinleyin ama onların fikirleriyle hareket etmeyin. Başkalarının düşünceleriyle yaşamak, kendi hayatınıza ihanet etmektir. Üzülürsünüz. Ve kıskançlık? En büyük zehirdir. İnsan, arkadaşlarını bile kıskanabilir. Ama gerçekten dost olan biri, sizin başarılarınızdan mutluluk duyar. İşte o zaman fark edersiniz; insanın en büyük düşmanı kendisidir. Çünkü insan bencildir. Tek doğar, tek ölür ve her şeyi sadece kendi için yapar.

 

Kimse için kimseden vazgeçme. Çünkü insanlar, giderken hep yanında götürdükleriyle bilinir. Geriye kalansa, çıplak ve aptal bir yalnızlıktır.

 

Her şey bir gün geçer, ama hiçbiri unutulmaz.