Düşüyorum. Ve belki de bu bir yükseliştir. Kim bilir? Yazmak istiyorum; beynimi kemiren, ruhumu lime lime eden her şeyi dökmek istiyorum. Aklımdan geçen her cümle, kalemi tutan ellerime batıyor. Ait değilim. Ne bir eve, ne bir bedene, ne de şu an’a. Denedim. Ait olmayı, bağlanmayı. Halatların incelip koptuğunu bile bile… İnsan, neden kendi elleriyle kazdığı mezarına çivi çakar ki? Sebep yok. Soru yok. Sadece yaşandı, yaşanması gerektiği için.
Düşüyorum. Çünkü hiç kalkamadım. Hiç başaramadım. Çabalıyorum, sırf kendim için. Ve belki de bu yüzden nefret ediyorum kendimden. Narsist miyim? Elbette. Ama hala yere çakılmadım, henüz. Belki de çakılmaya cesaretim yok. Her nefeste biraz daha eksiliyorum. Her adımda biraz daha kayboluyorum. Yüzümde bir bıçak izi var, sırtıma saplandı sanıyordum, ama hayır, bu bıçak benim. Ve en acısı ne biliyor musun? Korkmuyorum artık. Kendim olmaktan korkmuyorum. Çünkü çoktan oldum.
Neden ben? Hep hislerimin, arzularımın, o karanlık dürtülerimin peşinden koştum. Hep bildim ne istediğimi. Hiçbir zaman, hiçbir kararı başkasının eline bırakmadım. Çünkü insan bir kez teslim olursa, bir daha asla geri alamaz kendini. Ve belki bu yüzden bu kadar gerçek oldum. Acımasızca. Kör edici bir farkındalıkla. Her şeyi görmek, her şeyin farkında olmak… mutluluğun celladı olmak gibi bir şey.
İnsanlar. Kendilerini başkalarına zincirleyerek var olmaya çalışan, kendi benliğine bile ihanet eden insanlar. Sayısız kez karşıma çıktılar. Aynı kokuşmuş kalabalığın, aynı çürümüş hikayelerin içindeydim. Dedim ya, düşüyorum. Aynı sona doğru. Sonsuz bir sıkışmışlık, sonsuz bir tekrar.
Bıktım. Dünyadan, insanlardan, sahteliklerden. Her şeyden. Bir dağın zirvesinde tek başıma oturmak istiyorum. Ama olmuyor. Mevlana değilsen, bu dünyada soyutlanmak bir lüks. Ve ben lüksle hiç tanışmadım. Bu hayat seni hep bir yerlere sürüklüyor. Yalanların arasına, maskelerin altına. Ve en kötüsü de ne biliyor musun? En azından masum bir yalan bile yok elimizde. Sadece soğuk bir gerçek.